27 Haziran 2014 Cuma
Komik Askerlik Hatıralarım (4): Hakan'ın Dolabındaki Kedi
Bilinen bir şeydir, askerlik vazifesini yerine getirenlere bazı zamanlarda ziyaretçiler gelir ve onlarla görüşür. Bu, o askerin anne-babası da olabilir, bir arkadaşı da olabilir. Bizim koğuşta İstanbul’da ikamet eden “Hakan” isimli bir arkadaşımız vardı. Onun devamlı ziyaretçileri gelir, birlikte hasret giderirlerdi.
Askerliğimin 4. günü, koğuşta yatan bazı arkadaşlarımın şu sesleri ile uyanmıştım: “Aaa! Hakan’ın dolabına bir kedi girmiş. Hem de orada uyumuş.” Bazı arkadaşlar Hakan’a seslenerek:
“Hakan, ziyaretçin var. Ama bu sefer bir insan değil, bir kedi. Hakan, pes doğrusu! Sonunda ziyaretine bir kedi de geldi.”
Gerçekten de bir kedi, dışarısı soğuk olduğu için koğuşa girip koğuşta açık bulduğu büyük bir dolabın içine girip orada mışıl mışıl uyumuş.
Yine o gün, Balıkesirli Emrah, Hakan’a şöyle seslendi:
“Hakan Göze, Hakan Göze! Ziyaretçin var!”
Hakan da bu sese yöneldiğinde bunun bir şaka olduğunu anlamakta gecikmedi.
14 Haziran 2014 Cumartesi
Komik Askerlik Hatıralarım (3): "Yetenekte Birbirleriyle Yarışan Askerler"
(14 Aralık 2007) Askerliğimin 2. günü bölük hâlinde konferans salonuna davetliydik. Belli bir düzen içerisinde oraya gelerek salon sandalyelerine oturarak Albayı beklemeye koyulduk. (Bizim oraya davet edilmemizin sebebi, usta birliğinde eğitim merkezi komutanlığının farklı bölüklerinde ihtiyaç duyulan askerleri seçmekti. Lojistik destek bölüğü, Muhafız bölüğü, bakım onarım bölüğü vs. gibi)
Albay Halil Ellialtı gelince, yaptığı konuşmada değindiği ilk husus, biz kısa dönem askerler ile uzun dönem askerler arasındaki farkları saymak oldu. Daha sonra farklı meslek gruplarında çalışan ve mezun olan kişileri sırasıyla sorarak onlarla teker teker ilgilendi ve konuştu.
Asker arkadaşlarım kendi marifetlerini ifade etmek için âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. İhtiyaç duyulan kişilerin isimleri bir dosyaya yazılıyordu.
Kendi marifetini anlatanlar içinde en komik olanları; birinin, “Ben, aletli dalarım” diğerinin, “Ben, fayans döşemesini bilirim” ötekinin, “Ben, Arapça konuşmayı iyi bilirim” demesiydi. Benim hâlim de az komik değildi hani. Ben de şöyle demiştim: “Tarih, edebiyat, psikoloji, çocuk eğitimi ve kişisel gelişim alanlarında çok sayıda kitap okudum ve bir kitap çalışmam da bulunuyor” Bu sözüm üzerine komutanlar, tebessüm ederek diğer kişilere yöneldiler.
Albayın en çok ilgisini çeken kişi ise, İstanbul’da Osmanlı Arşivi Dairesi’nde çalışan askerdi. Onunla Osmanlı arşivi ve tarihi mevzusunda 20-25 dakika civarında karşılıklı olarak konuştu ve yanındaki komutanlara, arada sırada sohbet etmek maksadıyla onu, kendi odasına göndermelerini emretti.
11 Haziran 2014 Çarşamba
Civcivlerle Alâkalı Bir Çocukluk Hâtırası
Bu yazıda, çocukluk yıllarımda geçen hayvanlarla ilgili bir hatıramı anlatmaya çalışacağım. Çocukken evcil hayvanları çok severdim. Çocukluğum zamanında (80’li yıllar) evlerin çoğu bir veya iki katlı olduğu için evcil hayvanları beslemek ve büyütmek o kadar zor olmuyordu. Bilhassa kedi, köpek, tavuk, horoz gibi hayvanları besleyen komşularımız bulunuyordu o zamanlarda.
Bizim de tavuk ve civcivlerimiz vardı. Civcivler, en çok sevdiğim hayvanlar arasında yer alıyordu. Çünkü civcivler, o tatlı "cik cik" sesleriyle kendilerini sevdirmişlerdi bana. 8-9 yaşlarındayken bir ara civciv satın alıp kendim bizzat besleyip büyütmeye karar vermiştim. Fırsat bulduğum bir vakitte harçlıklarımdan kalan para ile pazara gidip 2 adet civciv satın aldım.
Sonrasında civcivleri, evimizin ve mahallemizin yakınlarında yemlerle, farklı yiyeceklerle beslemeye başladım. Akşamları onları büyük bir kutuya koyup eve götürüyordum. Onlar benim dostlarım hâline gelmiştiler âdeta. Bu derece ilgileniyordum onlarla.
Bizim uzaktan bir akrabamızın bahçeli evleri bulunuyordu. Bir defasında annem, civcivleri onlara vermemizi bana şöyle tavsiye etti: “Onların evleri bahçeli olduğu için daha iyi beslenir ve kaybolmazlar.” Bunun üzerine biraz büyümüş olan civcivleri onlara teslim ettik. İlerleyen haftalarda bir gün onlara misafirliğe gitmiştik. Civcivlerin durumunu onlara sorduk. Bir de ne cevap alalım: “Civcivler, bir köpek tarafından yenildi!”
Bunu öğrenince, hâliyle büyük bir üzüntü içerisine girmiştim. O küçücük dünyamda büyük fırtınalar kopmuştu. Hem civcivlerin ölümüne hem de onları büyütmek için katlandığım zahmetlere yanıyordum. Bahçeli evi olan tanıdıklarımız, emanete sahip çıkmayarak bir çocuğun üzülmesine sebep olmuşlardı. Biraz empati yapabilen, benim bu üzüntülü ruh hâlimi az da olsa anlayabilirdi.
Civcivlerle ilgili yaşadığım bu olay vesilesiyle tavuk ve horozlara dâir öğrendiğim enteresan bir bilgiyi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu bilgiyi Risale-i Nur Külliyatı’ndan "Lem’âlar" isimli eserden okuyarak öğrenmiştim. Eserin ilgili kısmını, kısmen sadeleştirerek buraya kaydedelim:
“Ey çalışma ve işteki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde yerleştirmiştir. Amelin ücretini amelin kendi içine koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudât (.....) hususî vazifelerinde, tam bir şevkle ve bir çeşit lezzetle yaradılışa âit emirlere uyarlar. Arıdan, sinekten, tavuktan tut; tâ şems ve kamere (güneş ve aya) kadar herşey tam bir lezzetle vazifelerine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.
Hem en açık bir delil dahi, horoz ve yavrulu tavuk gibi hayvânâtın vazifelerinde gösterdikleri fedakâr ve mert bir şekildeki vaziyetleridir ki, horoz, aç olduğu hâlde tavukları nefsine tercih eder. Bulduğu rızka onları çağırır. Yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihâr ve lezzet almakla o vazifeyi gördüğü görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır. Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hâtırı için ruhunu feda eder, ite atılır. Kendini aç kalır, yavrularını doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alır ki, açlık acısına ve ölümün elemine o lezzeti tercih eder, ziyade gelir.
Hayvânî valideler, yavruları küçük iken vazifeleri bulunduğundan, lezzetle himayeye çalışırlar. Yavrular büyüdükten sonra o vazife kalkar. Lezzet de gider. Hatta validesi yavrusunu döver, elindeki dâneyi alır, yer. Yalnız, insan nev’indeki vâlidelerin vazifeleri, bir derece devam eder. Çünkü insanlarda, zaaf ve acz itibariyle, daima bir nevi çocukluk hâli var; her vakitte şefkate muhtaçtırlar. İşte hayvânâtın, horoz gibi çobanlık eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki:
Bunlar, kendi hesaplarına ve kendi namlarına, kendi kemâlleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünkü hayatını, vazifede lâzım gelse, feda ediyorlar. Belki o vazifeleri, onları o vazifeyle vazifelendiren ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet yerleştiren Mün’im-i Kerîm’in hesabına ve Fâtır-ı Zülcelâlin nâmına görüyorlar.” (Osmanlıca Orijinal Nüsha Lem’âlar, 17. Lem’â’nın 8. Notası, S. 128-129)
Burada tavuklarla ilgili anlatılan durumu çoğu insan biliyordur; ama horozla ilgili durumu dikkatli bir gözlem yapmayan bilemez ve anlayamaz. Ben de bu durumu fark etmeyen ve bilmeyen insanlar içerisindeydim. Eserin ilgili kısmını okuduktan sonra 2013 yazında, Bursa’da ikamet eden ablama misafirliğe gitmiştim. Onların bahçeli evlerinde besledikleri horoz, tavuk ve civcivleri vardı. Bunu bizzat tecrübe etmek ve gözlemlemek için yemeklerden arta kalanları tavuklara ve bir horoza atıyordum. Hakikaten de horoz, önüne atılan yiyeceği çoğunlukla yemiyor, diğer tavukları çağırıp onların yemesini sağlıyordu. İlerleyen günlerde de yiyecek verme davranışını defalarca tekrarladım ve aynı durumla karşılaştım. Bu durum, aynı zamanda benim tefekkür etmeme de vesile oldu ve her şeyi en güzel şekilde yaratan, yaptıkları işlere lezzet yerleştiren Rabb-i Rahîm'in azametini ve büyüklüğünü daha iyi kavradım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)