11 Ağustos 2018 Cumartesi

Batı Menşe’li Çizgi Romanlarda Kızılderili Irkçılığı







Çizgi romanlar, Türkiye’de 70’li ve 80’li yıllarda popülaritesi yüksek, çok tutulan ve ilgi gösterilen kitaplardı. Bilhassa İtalyan menşe’li Western tarzı çizgi romanlar satış rekorları kırıyordu. Çocukların ve gençlerin epeyce bir ilgisine mazhar olmuştu çizgi kitaplar.

Çocukluğumda (1988-1996 yılları arası) benim de çizgi romanlara karşı çok muazzam bir alâkam vardı. Babam, çoğu zaman çizgi roman hediye eden bir gazeteyi devamlı olarak satın alırdı. Çizgi roman hediye edilen günü iple çeker, babamın yolunu dört gözle beklerdim. Ayrıca fotoğrafçıda çalıştığım yıllarda da paramın çoğunu bu tür kitaplara harcardım. Diyarbakır Nebî Camii’nin arkasında bulunan çizgi roman satıcısının müdâvimlerinden biriydim.

Teksas, Tommiks, Zagor, Red Kit, Ten Ten’den tutun da Süperman, Örümcek Adam, Kızılmaske’ye kadar daha pek çok türde çizgi roman… Yüzlerce adet… O kadar ki, küçüklüğümde bu tür kitapların tipik bir tiryakisi olmuştum. İki katlı müstakil evimizin kış zamanı odalarında, yaz zamanı da damının gölgelik kısmında büyük bir keyifle çizgi romanların sayfaları arasında geziniyordum. Bunları okurken, âdeta farklı dünyaların kapıları açılıyordu bana.

Bu kitapların; çocukların hayal dünyasını geliştirme, çocuklara okuma alışkanlığı kazandırma ve onlara hoşça vakit geçirtme gibi faydaları vardı. Ancak bunun yanında zararlı yönleri de bulunuyordu tabiî ki. Çocukları okul derslerinden alıkoyması, geri bıraktırması (günümüzde tablet ve bilgisayarlar, bu konuda daha mûzır…) ile Kızılderililere karşı ırkçılığı, kini ve nefreti körüklemesi de zararlı yönleri arasında sayılabilir.

Evet, Western tarzı çizgi romanlarda Kızılderililer; hep beyaz adamlara zarar veren, katliamlara imza atan, ihanet eden vahşi, pis ve şerli mahluklar olarak anlatılıyor ve resmediliyordu (Kovboy filmlerinde de benzer iftiralar mevcut maalesef). Öyle ki, bazı çizgi roman kahramanlarının, kahraman(!) olmadan önceki hayat hikâyelerinde bile bâriz ırkçılık kokan kurgulanmış olaylar mevcuttu.

İşte size birkaç örnek:

Kinowa’nın Hikâyesi
Kızılderililer tarafından ailesi katledilen Sam Boyle’un maceraları anlatılıyor. Kafa derisi yüzülen ve her saç teli için bir Kızılderili öldüreceğine dâir yemin eden Sam, gündüzleri normal bir hayat sürerken, geceleri yerli köylerini basıyor, kendince adâleti(!) yerine getiriyordu (Kitabın ne kadar ırkçı bir yönü olduğunu anlamamak zor olmasa gerek) (Bilgi Notu: Kafa derisi yüzme olayını ilk başlatan gerçekte İngiliz ve Fransız kolonici tüccarlardır. Bir Kızılderilinin kafa derisini getirene ödül vermişlerdir).

Zagor’un Hikâyesi
Zagor, 1830’lu yıllarda yaşar. Anne ve babası Kızılderililer tarafından öldürülünce, Wandering Fitzy ismiyle tanınan bir avcı, onu himayesine alır. Ona ormanda yaşamayı, hayatta kalmayı öğretir. Fitzy de öldürülünce, yalnız kalan Zagor, adâlet(!) için savaşacağına söz verir ve karşılaştığı gezgin bir tiyatro kumpanyasından ileride tanınacağı kılık kıyafetini alır. Gezgin oyuncuların yardımıyla Kızılderililer üzerinde etki sağlamak için birtakım numaralar (maytap, barut) tasarlayıp Darkwood Ormanı ve civarında bir otorite kazanır.

Teksas’ın Hikâyesi
Amerikan bağımsızlık savaşının yaşandığı 1770 ile 1780 arasıdır. Avcıların lideri Çelik Blek Teksas, Boston yakınlarındaki bir ormanda yaşamakta ve İngiliz askerleriyle savaşmaktadır. Çelik Blek, ya kırmızı ceketlilerin (İngilizlerin) garnizonuna baskın yapar ya da bir kasabayı onlara karşı korurdu. Bu faaliyetlerinin dışında kalan zamanlarda karşılaştığı düşmanlar mutlaka ya İngiliz casusu ya da onların lehine çalışan haydut çeteleriydi. Hatta Kızılderililerin kötü olanları da İngiliz taraftarıydı (Bakar mısınız algı yönetimine? Düşman tarafına da kafalarında kurguladıkları Kızılderilileri koyarak, o çizgi romanı okuyanların gözünde onları hâinleştiriyorlar).

Kahraman hikâyelerinde böyle bir şekil çiziliyordu; ancak hakikat bunun tam tersiydi aslında. Kızılderililere zulmedenler, onları katledenler, soykırıma uğratanlar, topraklarını ellerinden alıp onları sürgün edenler, kıymetli kaynaklarını sömürenler Batılı beyaz adamlardı. Küçükken ben, bu sinsi tuzağa düşmüş ve Kızılderililerin kötü insanlar olduklarına inanmıştım. Hakikatin ters yüz edilerek yanlış bir algı oluşturulmaya çalışıldığının farkına varamazdım o zamanlar. Zaten çocuk aklımla bunu kavrayabilmem de pek mümkün değildi. Ayrıca tarihî bilgilerim de yok denecek kadar azdı.

Tarihî bilgilerden ve kaynaklardan yola çıkarak diyebiliriz ki;

Avrupalı-ABD’li beyaz adamların Kızılderililere zulümleri Amerika kıtasının keşfiyle başlayıp günümüze kadar sürmüştür. 1492’de Kristof Kolomb öncülüğündeki İspanyollar tarafından sadece 40 yılda kadın-erkek çoluk çocuk demeden 12 milyondan fazla kişi katledilmiştir. 1864 Colorado Sand Creek Katliamı ve 1890 Yaralı Diz Katliamı da tarihteki utanç tabloları arasında yerini almıştır.

Aşağıdaki yazıda Batılı devletlerin acımasız insanlarının Kızılderililere reva gördükleri zulümler özetleniyor:

Kızılderililer, kendi vatanlarında ezildiler, köle oldular, öldürüldüler ve soykırıma uğradılar. 
           
            Soluk benizli adamlar ülkelerini talan etti, ocaklarına ateş düşürdü, insanlarını kan ve gözyaşına boğdular. O tarihten 1886 yılına kadar süren katliamda, milyonlarca Kızılderili ortadan kaldırıldı. 20 ile 70 milyon arasında farklı kaynaklarda, farklı rakamlar telaffuz edilmekte. Kızılderili soykırımı, ABD’nin resmi devlet politikası idi. ABD resmi olarak Kızılderili kellesi getiren vatandaşına her kelle başına 5 dolar veriyordu. Birtakım insanlar tarafından kafatası avcılığı meslek haline getirilmişti. Devletin resmi binalarının birçoğu Kızılderili kafataslarıyla dolmuştu. İlk biyolojik silahı Kızılderililer üzerinde denediler. Sürgüne gönderilen Kızılderililere yardım amacıyla dağıttıkları battaniyelere çiçek mikrobu bulaştırarak birçok insanı öldürdüler. Sırf Kızılderililer yemesin, açlıktan ölsünler diye başlıca yiyecekleri olan bizonları toptan öldürmeleri, yöntemlerine ilginç bir örnektir. Yine Bartolome de Las Casastarafından yazılan Amerika kıtasının nasıl ele geçirildiğini anlatan ve birçok dile çevrilen ‘Kızılderili Katliamı’ adlı tarihî eserinde de, zulmü şöyle anlatıyor:  “Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarlandığını kendi gözlerimle gördüm. Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar...” Kızılderililerin cesetleri köpeklerin önüne yem olarak atılıyor. Kadınları sıra halinde direk ve ağaçlara, çocukları da onların ayaklarına asılıyordu... ABD’li bir komutan olan John J. Pershing, “En iyi Kızılderili, ölü Kızılderilidir” demiştir. Bu söz, bir Amerikan vecizesi(!) haline gelmiştir.[1]

Demek ki, Vahşi Batının vahşi insanları Kızılderililer değil, -âmiyâne tabirle- hem suçlu hem güçlü hem de yalancı olan Avrupalı-ABD’li insanlarmış…





[1] Fatih Oruç, Amerika’nın Kızılderili Katliamı; http://www.ayrintilihaber.com.tr/amerikanin-kizilderili-katliami-makale,815.html

27 Haziran 2014 Cuma

Komik Askerlik Hatıralarım (4): Hakan'ın Dolabındaki Kedi


                    

                    Bilinen bir şeydir, askerlik vazifesini yerine getirenlere bazı zamanlarda ziyaretçiler gelir ve onlarla görüşür. Bu, o askerin anne-babası da olabilir, bir arkadaşı da olabilir. Bizim koğuşta İstanbul’da ikamet eden “Hakan” isimli bir arkadaşımız vardı. Onun devamlı ziyaretçileri gelir, birlikte hasret giderirlerdi.
                   Askerliğimin 4. günü, koğuşta yatan bazı arkadaşlarımın şu sesleri ile uyanmıştım: “Aaa! Hakan’ın dolabına bir kedi girmiş. Hem de orada uyumuş.” Bazı arkadaşlar Hakan’a seslenerek:

                  “Hakan, ziyaretçin var. Ama bu sefer bir insan değil, bir kedi. Hakan, pes doğrusu! Sonunda ziyaretine bir kedi de geldi.”

                  Gerçekten de bir kedi, dışarısı soğuk olduğu için koğuşa girip koğuşta açık bulduğu büyük bir dolabın içine girip orada mışıl mışıl uyumuş.
                 Yine o gün, Balıkesirli Emrah, Hakan’a şöyle seslendi:

                 “Hakan Göze, Hakan Göze! Ziyaretçin var!”

                 Hakan da bu sese yöneldiğinde bunun bir şaka olduğunu anlamakta gecikmedi.

14 Haziran 2014 Cumartesi

Komik Askerlik Hatıralarım (3): "Yetenekte Birbirleriyle Yarışan Askerler"

                 
                       

                       (14 Aralık 2007) Askerliğimin 2. günü bölük hâlinde konferans salonuna davetliydik. Belli bir düzen içerisinde oraya gelerek salon sandalyelerine oturarak Albayı beklemeye koyulduk. (Bizim oraya davet edilmemizin sebebi, usta birliğinde eğitim merkezi komutanlığının farklı bölüklerinde ihtiyaç duyulan askerleri seçmekti. Lojistik destek bölüğü, Muhafız bölüğü, bakım onarım bölüğü vs. gibi)

                       Albay Halil Ellialtı gelince, yaptığı konuşmada değindiği ilk husus, biz kısa dönem askerler ile uzun dönem askerler arasındaki farkları saymak oldu. Daha sonra farklı meslek gruplarında çalışan ve mezun olan kişileri sırasıyla sorarak onlarla teker teker ilgilendi ve konuştu.

                       Asker arkadaşlarım kendi marifetlerini ifade etmek için âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. İhtiyaç duyulan kişilerin isimleri bir dosyaya yazılıyordu.

                       Kendi marifetini anlatanlar içinde en komik olanları; birinin, “Ben, aletli dalarım” diğerinin, “Ben, fayans döşemesini bilirim” ötekinin, “Ben, Arapça konuşmayı iyi bilirim” demesiydi. Benim hâlim de az komik değildi hani. Ben de şöyle demiştim: “Tarih, edebiyat, psikoloji, çocuk eğitimi ve kişisel gelişim alanlarında çok sayıda kitap okudum ve bir kitap çalışmam da bulunuyor” Bu sözüm üzerine komutanlar, tebessüm ederek diğer kişilere yöneldiler.

                      Albayın en çok ilgisini çeken kişi ise, İstanbul’da Osmanlı Arşivi Dairesi’nde çalışan askerdi. Onunla Osmanlı arşivi ve tarihi mevzusunda 20-25 dakika civarında karşılıklı olarak konuştu ve yanındaki komutanlara, arada sırada sohbet etmek maksadıyla onu, kendi odasına göndermelerini emretti.

11 Haziran 2014 Çarşamba

Civcivlerle Alâkalı Bir Çocukluk Hâtırası



                  
                     
                 Bu yazıda, çocukluk yıllarımda geçen hayvanlarla ilgili bir hatıramı anlatmaya çalışacağım. Çocukken evcil hayvanları çok severdim. Çocukluğum zamanında (80’li yıllar) evlerin çoğu bir veya iki katlı olduğu için evcil hayvanları beslemek ve büyütmek o kadar zor olmuyordu. Bilhassa kedi, köpek, tavuk, horoz gibi hayvanları besleyen komşularımız bulunuyordu o zamanlarda.
                 Bizim de tavuk ve civcivlerimiz vardı. Civcivler, en çok sevdiğim hayvanlar arasında yer alıyordu. Çünkü civcivler, o tatlı "cik cik" sesleriyle kendilerini sevdirmişlerdi bana. 8-9 yaşlarındayken bir ara civciv satın alıp kendim bizzat besleyip büyütmeye karar vermiştim. Fırsat bulduğum bir vakitte harçlıklarımdan kalan para ile pazara gidip 2 adet civciv satın aldım.
                 Sonrasında civcivleri, evimizin ve mahallemizin yakınlarında yemlerle, farklı yiyeceklerle beslemeye başladım. Akşamları onları büyük bir kutuya koyup eve götürüyordum. Onlar benim dostlarım hâline gelmiştiler âdeta. Bu derece ilgileniyordum onlarla.
                 Bizim uzaktan bir akrabamızın bahçeli evleri bulunuyordu. Bir defasında annem, civcivleri onlara vermemizi bana şöyle tavsiye etti: “Onların evleri bahçeli olduğu için daha iyi beslenir ve kaybolmazlar.” Bunun üzerine biraz büyümüş olan civcivleri onlara teslim ettik. İlerleyen haftalarda bir gün onlara misafirliğe gitmiştik. Civcivlerin durumunu onlara sorduk. Bir de ne cevap alalım: “Civcivler, bir köpek tarafından yenildi!”
                Bunu öğrenince, hâliyle büyük bir üzüntü içerisine girmiştim. O küçücük dünyamda büyük fırtınalar kopmuştu. Hem civcivlerin ölümüne hem de onları büyütmek için katlandığım zahmetlere yanıyordum. Bahçeli evi olan tanıdıklarımız, emanete sahip çıkmayarak bir çocuğun üzülmesine sebep olmuşlardı. Biraz empati yapabilen, benim bu üzüntülü ruh hâlimi az da olsa anlayabilirdi.
               Civcivlerle ilgili yaşadığım bu olay vesilesiyle tavuk ve horozlara dâir öğrendiğim enteresan bir bilgiyi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu bilgiyi Risale-i Nur Külliyatı’ndan "Lem’âlar" isimli eserden okuyarak öğrenmiştim. Eserin ilgili kısmını, kısmen sadeleştirerek buraya kaydedelim:

               “Ey çalışma ve işteki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde yerleştirmiştir. Amelin ücretini amelin kendi içine koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudât (.....) hususî vazifelerinde, tam bir şevkle ve bir çeşit lezzetle yaradılışa âit emirlere uyarlar. Arıdan, sinekten, tavuktan tut; tâ şems ve kamere (güneş ve aya) kadar herşey tam bir lezzetle vazifelerine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.
               Hem en açık bir delil dahi, horoz ve yavrulu tavuk gibi hayvânâtın vazifelerinde gösterdikleri fedakâr ve mert bir şekildeki vaziyetleridir ki, horoz, aç olduğu hâlde tavukları nefsine tercih eder. Bulduğu rızka onları çağırır. Yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihâr ve lezzet almakla o vazifeyi gördüğü görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır. Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hâtırı için ruhunu feda eder, ite atılır. Kendini aç kalır, yavrularını doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alır ki, açlık acısına ve ölümün elemine o lezzeti tercih eder, ziyade gelir.
               Hayvânî valideler, yavruları küçük iken vazifeleri bulunduğundan, lezzetle himayeye çalışırlar. Yavrular büyüdükten sonra o vazife kalkar. Lezzet de gider. Hatta validesi yavrusunu döver, elindeki dâneyi alır, yer. Yalnız, insan nev’indeki vâlidelerin vazifeleri, bir derece devam eder. Çünkü insanlarda, zaaf ve acz itibariyle, daima bir nevi çocukluk hâli var; her vakitte şefkate muhtaçtırlar. İşte hayvânâtın, horoz gibi çobanlık eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki:
               Bunlar, kendi hesaplarına ve kendi namlarına, kendi kemâlleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünkü hayatını, vazifede lâzım gelse, feda ediyorlar. Belki o vazifeleri, onları o vazifeyle vazifelendiren ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet yerleştiren Mün’im-i Kerîm’in hesabına ve Fâtır-ı Zülcelâlin nâmına görüyorlar.” (Osmanlıca Orijinal Nüsha Lem’âlar, 17. Lem’â’nın 8. Notası, S. 128-129)

               Burada tavuklarla ilgili anlatılan durumu çoğu insan biliyordur; ama horozla ilgili durumu dikkatli bir gözlem yapmayan bilemez ve anlayamaz. Ben de bu durumu fark etmeyen ve bilmeyen insanlar içerisindeydim. Eserin ilgili kısmını okuduktan sonra 2013 yazında, Bursa’da ikamet eden ablama misafirliğe gitmiştim. Onların bahçeli evlerinde besledikleri horoz, tavuk ve civcivleri vardı. Bunu bizzat tecrübe etmek ve gözlemlemek için yemeklerden arta kalanları tavuklara ve bir horoza atıyordum. Hakikaten de horoz, önüne atılan yiyeceği çoğunlukla yemiyor, diğer tavukları çağırıp onların yemesini sağlıyordu. İlerleyen günlerde de yiyecek verme davranışını defalarca tekrarladım ve aynı durumla karşılaştım. Bu durum, aynı zamanda benim tefekkür etmeme de vesile oldu ve her şeyi en güzel şekilde yaratan, yaptıkları işlere lezzet yerleştiren Rabb-i Rahîm'in azametini ve büyüklüğünü daha iyi kavradım.

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Kitaplar İçin Gurbette Çalışılır mı?




               Bu suâlin cevabını ben, “evet, çalışılır” diye cevaplarım. Çünkü kitaplara karşı ilgi duymaya başladığım yıllarda bunu kendim gerçekleştirmiştim. 1996 senesinde dine karşı ilgi ve merak hissetmeye başladım. Dinî kitapları heyecan ve şevkle okuyor, fotoğrafçıda kazandığım paranın yarısını kitaplara veriyordum. 1997’de liseden mezun olduğum zaman fotoğrafçı dükkânından ayrılalı bir yıl olmuştu. O yılın üniversite hazırlık sınavına girdikten sonra haziran ayında Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesine gidip orada çalışmaya karar verdim. Bunun sebebi de bazı temel dinî kaynakları satın alma gücüne sahip olmaktı.
              Bu düşünceyle çıktım gurbet yoluna. Otobüsle Diyarbakır-Bursa arası 20 saat sürmüştü. Bir buçuk saatlik yolculuktan sonra da ilçeye varmıştım. Orada teyzemin evinde kalacaktım. Onun evi 2 odalı çok küçük ve konforsuz bir evdi. Oradayken hemen iş aramak için kolları sıvadım. Bazı fabrikalara gidip iş başvurusunda bulundum. Böyle böyle 20-22 gün geçmişti. Bir ara camide ikindi namazını kılarken bir genç de orada bulunuyordu. Onunla kısa bir selamlaşmadan sonra iş aradığımı kendisine söyledim. O da, “babasının lokantasının bulunduğunu, kendisinin de babasına yardım ettiğini ve bir elemana ihtiyaçlarının olduğunu” söyledi. Sonra beraber lokantaya gittik ve lokanta sahibiyle konuştuktan sonra işe başladım.
              Lokantada hem gündüz hem de gece saatlerinde çalışıyordum. 8-18 arası gündüz, 24-4 arası gece çalışma saatleriydi. Lokantada bir meyve suyu fabrikasına yemek servisi yapılıyordu. Fabrikaya yemek götürüldüğü zaman ben, bulaşıkları yıkamakla sorumluydum. Lokantada bulunduğum zamanlarda da yemek işlerine yardımcı oluyordum (patates ve soğan soymak, patlıcan ve domates doğramak gibi).
              14-15 saat çalışmam, çok ama çok yorucu oluyordu ve uykumu da alamıyordum. Bilhassa geceleri bu durum bariz bir şekilde ortaya çıkıyordu. O kadar ki, bazen sabah namazını kılmakta çok sıkıntı çekiyordum. Hatta bir gün iş dönüşünde seccadenin üzerinde uyuyakalmış, yatağa geçememiştim. Ayrıca tıraş olmak, banyo yapmak gibi kişisel temizlik ve bakım işlerime de vakit ayırmakta zorlanıyordum. Kimi zaman iki haftada bir ancak banyo yapabiliyordum. Bu durumu, lokanta sahibine anlattım ve çalışma saatlerimin biraz azaltılmasını talep ettim. O da -sağolsun- anlayış göstererek kabul etti. (Bir de şunu eklemem lâzım ki, geceleyin iş dönüşünde bazen köpeklerle karşılaşıyor, bana zarar vermeden onlardan kurtulmanın mücadelesini veriyordum. bu mücadelede kimi zaman elimde getirdiğim kuru yiyecekleri (balık gibi) onların önüne atıyor, kimi zaman da yerden aldığım taşları onlara savuruyordum.) 
              Bu arada kazandığım paralarla zaman geçtikçe kitaplar alımıştım. Bir gazete, “Tıbbu’n-Nebevî” isimli tek ciltten oluşan bir kitabı kuponla veriyordu. Kupon toplayarak bu kitabı aldım. Bir yayınevinden 4 ciltlik “Hayatü’s-Sahabe”yi posta çekiyle satın aldım. Bir kitabevinden 2 ciltlik “Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi”ni ve Risale-i Nur Külliyat’ından “Mektubat” isimli eseri aldım.
              Ankara’da Bediüzzaman mevlidi düzenlenecekti o sene. Yeni Asya Yayınları bunu organize ediyordu. Babamın emekli öğretmen arkadaşı, beni de davet etti o mevlide. Ankara’ya kafile otobüsü ile gittiğimizde Kocatepe Camii’nin avlusunda Yeni Asya Yayınları’nın standı açılmıştı. O standda Şaban Döğen isimli yazarın şu kitaplarını satın alarak kendisine imzalattım: “Kur’ân’dan Tekniğe”, “Kur’ân’dan İcatlara” ve “Kur’ân’dan Kâinata”.
              Mustafakemalpaşa'ya geri döndükten sonra bir gün farklı bir kitabevinde sonradan Müslüman olan İngiliz eski şarkıcı Yusuf İslâm’ın “Konuşmalar” isimli kitabı ile beraber bir ilahiyatçının tek ciltlik “Uzay Ayetleri Tefsiri”ni satın aldım.
              İşte daha önce bahsettiğim zor ve sıkıntılı çalışma şartlarına bu kitaplar için sabredip katlanmıştım. İlk defa gurbette âilemden bu kadar uzun süre ayrılmanın verdiği sıkıntıyı da eklersek, kitap aşkının bende hangi seviyelere ulaştığı tahmin edilir herhalde. Orada 4 ay çalıştıktan sonra devamlı yaşadığım yer olan Diyarbakır’a geri dönmüş ve gurbette çalışmanın nasıl bir şey olduğunu bizzat yaşayarak tecrübe etmiştim. (1998’de de yine aynı yerde bir buçuk ay çalışarak bazı kitaplar alacaktım.)

              Not: Sonraki yıllarda dinî kitaplarla birlikte; tarih, felsefe, edebiyat, kişisel gelişim, eğitim gibi alanlarda yayımlanan kitapları da satın alıp okumaya başladım. Hâlen de bendeki bu kitap sevgisi ve aşkı devam ediyor. Bu sebeple 2012 yılında 32 yaşına geldiğim zaman bir kitap da yazmış ve yayımlamıştım. 2. kitabım da 2014'ün eylülünde yayımlanacak inşaallah. (Birinci kitabın ismi, "İslâm Tarihinin Merhamet Bahçesi", ikincisinin ismi, "İslâm Tarihinin Hukuk ve Adâlet Kahramanları", yazar: Veysel Karaaslan)

18 Mayıs 2014 Pazar

Hababam Sınıfı'nda Osmanlı Düşmanlığı



             


             Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilk kurulduğu yıllarda, bu devleti kuran yönetici kesim ve onların destekçileri, kendilerini ön plana çıkarmak ve yaptıkları yeniliklerin hepsinin doğru olduğunu insanların beyinlerinde yerleştirmek maksadıyla “Osmanlı’yı her yönüyle kötüleme kampanyası” başlatmışlardır. O dönemin rejim yanlısı dergi ve gazeteleri ile hazırlanan ders kitaplarına bakıldığı zaman bu, bariz olarak görülür.
             Daha sonraki yıllarda bu “karalama kampanyası” dizi ve sinema filmlerinde de kendini gösterdi. Bu sinema filmlerinden biri, “Hababam Sınıfı Uyanıyor” ismini taşıyor. “Hababam Sınıfı” herkesin beğenerek, ilgi göstererek ve keyif alarak izlediği bir film serisi oldu geçmişten günümüze. Çoğu zaman güldürdü, bazı zamanlarda da hüzünlendirdi Hababam Sınıfı. Çoğu insan, okul sıralarından geçtiği için devamlı ilgi odağı hâline geldi. Hababam Sınıfı, Türkiye’de ve dünyada en komik filmler arasında ilk sıralarda yerini aldı. Hep övgülerle, tebriklerle alkışlanan Yeşilçam klasikleri arasına girmeyi başardı. Geçtiğimiz yıllarda yeni versiyonları da çekildi; ama aslı kadar ilgi görmedi bu yeni versiyonlar.
            Bütün bunlara rağmen yukarıda da belirttiğim gibi Osmanlı’yı yerden yere vurmak için ne yazık ki, Hababam Sınıfı da kullanıldı. Bilhassa Osmanlı’nın kültürel bir değeri olan kendine has diline –tabiri yerindeyse- dil uzatıldı. O zengin içeriğe ve mânâ derinliğine sahip dil ve edebiyatla alay edildi.
            Şimdi bu filmdeki bazı sahneleri teker teker ele alıp değerlendirelim:

            SAHNE 1
            Edebiyat hocası Zühtü Bey, öğretmenler odasında kimya hocasıyla konuşuyor. Kimya hocası “deney” kelimesini kullanınca, Zühtü Hoca, “Deney, değil evladım! Tecrübe, tecrübe!” diyor.
            Kimya hocası: “Anlamadım”
            Zühtü Hoca: “Nasıl anlamazsın? İlm-i Kimya, tecrübelerle müsbet bir satha nüfuz eder”
            Sonra Mahmut Hoca’ya dönerek: “Mahmut Bey, ben bu yeni neslin söylediklerini bir türlü anlayamıyorum” diyor.
            Mahmut Hoca: “Valla Zühtü Bey, bazen ben de sizin söylediklerinizden bir şey anlamıyorum”
           (Burada Osmanlıca’nın anlaşılmaz-muğlak bir dil olduğu beyinlere zerk edilmek isteniyor. Ayrıca Mahmut Hoca’nın ilk olumsuz tepkisi de bu sahnede başlıyor.)

            SAHNE 2
            Zühtü Hoca, sınıfta ilk dersinde konuşuyor:
            “Ben, yeni lafını kat’iyyen sevmem. Hele hele edebiyatta zinhar, hiç sevmem. Edebiyat demek, divan edebiyatı demektir. Edebiyat demek, divan şiiri demektir. Divan şiiri ise, nazım ve kafiye demektir. Kafiyesiz şiir olmaz. Bir takım eşhas, “serbest nazım” diye saçmalıklar yapmışlar. Ama biz onları kıraat etmeyeceğiz”
           (Bu cümlelerle hocanın, eski kafalı bir olduğu îma ediliyor. Eskiye takılıp kalan mürteci bir hoca imajı oluşturulmaya çalışılıyor bu sahnede.)
           Zühtü Hoca, konuşmasına devam edip Osmanlıca kelimelerin ağırlıkta olduğu cümleler kuruyor. Onu dinleyen öğrenciler de şu cümleleri birbirlerine söylüyorlar:
          “Ne diyor bu Zühtü Hoca?
          “Valla biz bu hocadan hiçbir şey anlamdık”
          “Çince gibi bir şey!”
          (Aman Allahım! Bu nasıl bir anlayıştır böyle? Geçmişte 600 küsur sene boyunca dünyada hüküm sürmüş bir Türk devletinin dilini “Çince”ye benzetmek, ne akılla ne de iz’anla açıklanabilecek bir durum değildir.)
          Zühtü Hoca, daha sonra öğrencilerin yanına gelerek şiirler okumaya başlıyor.
          Zühtü Hoca: Şiir okuyor. Bir öğrenciye tekrarlamasını söylüyor.
          Öğrenci: “Teyzesi Defterdar olan, faytonla damda dolaşır.” Hoca, ona kızıyor.
          Zühtü Hoca: farklı bir şiir okuyor. Başka öğrenciye tekrarlamasını söylüyor.
          Öğrenci: “Kış geliyor, ört hocam! Yorgan yorgan üstüne!”
          Hoca, ona şöyle kızıyor: “Otur, haddini bilmez münafık! Rezil!”
         (Edebiyat hocasına böyle ağır hakaretler ettirilerek izleyicilerde din karşıtlığının da oluşturulmasına çalışılıyor sinsi bir şekilde.)
          Zühtü Hoca: farklı bir şiir okuyor. Başka bir öğrenciye tekrarlamasını söylüyor. (İnek Şaban’a)
          İnek Şaban: “Bekçi Hurşid’in eline lüverver vermişler. Yakalarsa, sizi de vurur, bizi de.”
         (Buraya kadar öğrencilerin divan edebiyatı şiirleri ile alay ettiklerini, dalga geçtiklerini açıkça görüyoruz. Alaya alma işini de büyük bir ustalıkla (!) tasarlamışlar filmin yönetmeni ve senaristi. Ayrıca inek Şabanca kullanılan “lüverver” kelimesi, aslında “revolver” denilen küçük tabancadır. Bunu bilmeyenlere, bu yazı vesilesi ile öğretmiş olalım.)

          SAHNE 3
          Hababam Sınıfı öğrencileri, öğretmen masasının önüne büyük bir kâğıt yapıştırıyorlar. Sonra da: “Zühtü Hoca, Hababam Sınıfı sana iyi bir ders versin de ömrün boyunca unutma!” diyorlar.
          Zühtü Hoca sınıfa giriyor ve “geçen ders verdiğim vazifeyi ezberlediniz mi?” diye soruyor. Öğrenciler de, “Sular seller gibi” cevabını veriyorlar. Bir öğrenci, hocanın karşısına geçip “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”ni okumaya başlıyor. Zühtü Hoca, bunu değil, “Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend”ini verdiğini söylüyor. Öğrenciler, “Hayır, gençliğe hitabeyi verdiniz” diyorlar. Hoca, ister istemez kabul etmek zorunda kalıyor ve şöyle diyor:
         “Eminim sizin gibi taş kafalılar, o dediğinizi bile ezberleyemez”                                                              
         Bir öğrenci daha hocanın karşısına geçip ezberi okumaya çalışıyor. Okurken de başını ikide bir eğerek masanın ön tarafına bakmış gibi yapıyor. Bunun üzerine Zühtü Hoca kızarak:
        “Yeter, yeter artık, kes! Sizi gidi sahtekârlar sizi! Fark edemeyeceğimi mi sandınız? Sen, koş Mahmut Hoca’yı çağır buraya!” “Rezil herifler sizi! Çok sevdiğinizi, saydığınızı söylediğiniz Atatürk’ün hitabesini bile kopya çekmeden okuyamıyorsunuz. Atatürk’ün memleketi emanet ettiği şu gençliğe bakın! Gençlik değil, âdeta it sürüsü! İt sürüsü!
         (Burada yine hocaya ağır hakaretler ettirilmiş filmi tasarlayanlar tarafından. Tam bir soğutma ve karalama taktiği uygulandığını, dikkatli olan izleyicilerin anlaması lâzım.)
         Mahmut hoca geliyor ve, “Hayrola Zühtü bey!”
         Zühtü Hoca: “Mahmut Hoca, görün bakın Atatürk bu vatanı kimlere emanet etmiş.”
         Mahmut Hoca: “Ne oldu efendim?”
         Zühtü Hoca: “Daha ne olsun? Atatürk’ün gençliğe hitabesini kürsüme çakmışlar, bakıp bakıp okuyorlar. Şimdi sizin yanınızda ezbere okusunlar da görelim bakalım”
         Mahmut Hoca: “Evet, okuyun.”
         Öğrencilerin hepsi ayağa kalkarak okumaya başlıyorlar.
         Zühtü Hoca, şaşırarak: “Nasıl olur? Biraz evvel buna bakıp okuyorlardı.”
         Mahmut Hoca: “Bakın, kartonda ne yazıyor Zühtü Bey! ‘Hocam, Hababam Sınıfı da olsak, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni ezbere biliriz’ ”
        (Bu filmdeki tezat, dikkatinizi çekmiş midir acaba? Zühtü Hoca’nın kullandığı kelimeleri anlamadığını söyleyen Hababam Sınıfı öğrencileri, Gençliğe Hitabe’de kullanılan bir sürü Osmanlıca kelimeyi nasıl ezberleyebiliyor. Ezberledikleri metnin içerisinde de bir sürü Arapça-Farsça kelime bulunmasına rağmen, o metne karşı “anlaşılamıyor” sözünü neden kullanmıyorlar?)
         (Dikkat çeken bir diğer husus: Mahmut Hoca’nın, filmin her serisinde bütün hocaları Hababam Sınıfı’na karşı desteklemesi ve savunması; ama Zühtü Hoca’ya ise, tam tersini uygulaması, her defasında Zühtü Hoca’ya ters cevaplar vermesi.)

          Bu filmin 3 sahnesinde verilmek istenen mesaj açık aslında: Yıkılmış bir devletin eskimiş, köhnemiş dil ve kültürü, bizim için bir kıymet ifade etmiyor. Ey izleyiciler! Sizin de böyle bir anlayış içinde olmanız gerekiyor. Osmanlı’yı silin defterinizden! Türkiye Cumhuriyeti size yeter. Onda bütün meziyetleri(!) bulabilirsiniz.

NOT: Serinin "Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı" filminde neden Tevfik Fikret ön plâna çıkarılmış ve onun ölüm yıldönümünden bahsedilmiştir?
Çünkü; *Tevfik Fikret, ateist bir insandı. *Tevfik Fikret, II. Abdulhamid'e suiskast düzenleyen teröriste yazdığı şiirde, "Ey Şanlı Avcı" diye hitap etmiş ve padişahın suikastten kurtulmasına üzülmüştü.
Yâni Tevfik Fikret; dine, mukaddesâta, Osmanlı'ya düşman biri olduğu için...

9 Mayıs 2014 Cuma

Bir Kız ile Nasıl Kavga Ettim

           



            İlkokulda okurken pek yaramazlık yapmaz ve herkesle iyi geçinmeye çalışırdım. Ders sırasında da uslu uslu oturur, geveze davranışlar sergilemezdim (Anlayacağınız, çenesi düşük öğrencilerden biri değildim yani). Ancak evdeyken bunun tam tersi davranışlar sergiler, haylaz ve yumurcak bir çocuğa dönüşürdüm. Bilhassa kız kardeşimle beraber evde yaramazlıklar yapar ve ortalığı birbirine katardık. Öyle ki, bazen annem; beni ve kız kardeşimi terlikle döver, kızgınlığını dindirmeye çalışırdı. Bir ara annem, sınıf öğretmenimizle benim hakkımda görüşüp konuşmuşlardı. Öğretmenimiz; evdeyken çok yaramaz bir çocuk olduğumu öğrenince, hâliyle bu duruma çok şaşırmış ve hayretler içerisinde kalmış.
          Okulda genellikle diğer öğrencilerle iyi geçindiğimi söylemiştim. Ama tam tersi durumlar da yok değildi. Kimi zaman bazı arkadaşlarımla sürtüşme yaşadığım ve kavga ettiğim de vakiydi.
          4. Sınıftayken bir gün tam olarak hatırlayamadığım bir sebeple sınıfımızdaki bir kızla anlaşmazlık yaşadım. Sonra da o kız öğrenci, beni dövmeye ve hırpalamaya başladı. Kendisi, biraz şişman ve iri yapılıydı. Ayrıca benim boyum da ondan daha kısaydı. Beni dövdükten sonra ona karşı ne yapmam gerektiğini düşündüm. İri cüsseli birine nasıl bir hamle yapılabilirdi? Düşündükten sonra ona nasıl saldırmam gerektiğini bulmuştum: ‘Karnına tekme atarak!’ Ve bunu uyguladım. O kızın karnına 2 tekme sallayarak onu etkisiz(!) hâle getirdim. Bunun üzerine o kız öğrenci, ağlayarak gözü yaşlı bir şekilde sınıfa girdi. Daha sonra ders esnasında öğretmenimize beni şikâyet etti. Öğretmen de onu ve beni sınıf dışına çıkardı. Sonra da bana şunu söyledi:

         “Hemen arkadaşından özür dile!”

         Ama ben, uzun süre susarak özür dilemedim. Bunun üzerine öğretmenimiz, daha fazla ısrar etmeden ikimizi de sınıfa aldı.
         Teneffüste o kız öğrenci, benim yanıma gelerek bana şu sözleriyle tehditte bulundu:

        “Ben ağabeyime, senin beni dövdüğünü söyleyeceğim. Ağabeyim de okul çıkışında seni gebertecek! Anladın mı?”

         Onun bu dehşetli sözlerinden sonra her okul çıkışında korku içerisinde kalıyor, ürperiyordum. Devamlı olarak okul çıkış kapısında bekleyen ve beni dövmek için fırsat kollayan birinin olacağını düşünüyordum. Belli bir süre böyle tedirginlik yaşadıktan sonra haftalarca kimsenin gelmediğini fark edince, rahatlamaya başladım. Gönlüme su serpilmişti adeta. Bir kuş tüyü kadar hafiflemiştim. Şu söz, benim hâlimi özetliyordu sanki:

         “Lezzetin son bulması, elem verdiği gibi; elemin son bulması da insana lezzet verir.”