27 Haziran 2014 Cuma

Komik Askerlik Hatıralarım (4): Hakan'ın Dolabındaki Kedi


                    

                    Bilinen bir şeydir, askerlik vazifesini yerine getirenlere bazı zamanlarda ziyaretçiler gelir ve onlarla görüşür. Bu, o askerin anne-babası da olabilir, bir arkadaşı da olabilir. Bizim koğuşta İstanbul’da ikamet eden “Hakan” isimli bir arkadaşımız vardı. Onun devamlı ziyaretçileri gelir, birlikte hasret giderirlerdi.
                   Askerliğimin 4. günü, koğuşta yatan bazı arkadaşlarımın şu sesleri ile uyanmıştım: “Aaa! Hakan’ın dolabına bir kedi girmiş. Hem de orada uyumuş.” Bazı arkadaşlar Hakan’a seslenerek:

                  “Hakan, ziyaretçin var. Ama bu sefer bir insan değil, bir kedi. Hakan, pes doğrusu! Sonunda ziyaretine bir kedi de geldi.”

                  Gerçekten de bir kedi, dışarısı soğuk olduğu için koğuşa girip koğuşta açık bulduğu büyük bir dolabın içine girip orada mışıl mışıl uyumuş.
                 Yine o gün, Balıkesirli Emrah, Hakan’a şöyle seslendi:

                 “Hakan Göze, Hakan Göze! Ziyaretçin var!”

                 Hakan da bu sese yöneldiğinde bunun bir şaka olduğunu anlamakta gecikmedi.

14 Haziran 2014 Cumartesi

Komik Askerlik Hatıralarım (3): "Yetenekte Birbirleriyle Yarışan Askerler"

                 
                       

                       (14 Aralık 2007) Askerliğimin 2. günü bölük hâlinde konferans salonuna davetliydik. Belli bir düzen içerisinde oraya gelerek salon sandalyelerine oturarak Albayı beklemeye koyulduk. (Bizim oraya davet edilmemizin sebebi, usta birliğinde eğitim merkezi komutanlığının farklı bölüklerinde ihtiyaç duyulan askerleri seçmekti. Lojistik destek bölüğü, Muhafız bölüğü, bakım onarım bölüğü vs. gibi)

                       Albay Halil Ellialtı gelince, yaptığı konuşmada değindiği ilk husus, biz kısa dönem askerler ile uzun dönem askerler arasındaki farkları saymak oldu. Daha sonra farklı meslek gruplarında çalışan ve mezun olan kişileri sırasıyla sorarak onlarla teker teker ilgilendi ve konuştu.

                       Asker arkadaşlarım kendi marifetlerini ifade etmek için âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. İhtiyaç duyulan kişilerin isimleri bir dosyaya yazılıyordu.

                       Kendi marifetini anlatanlar içinde en komik olanları; birinin, “Ben, aletli dalarım” diğerinin, “Ben, fayans döşemesini bilirim” ötekinin, “Ben, Arapça konuşmayı iyi bilirim” demesiydi. Benim hâlim de az komik değildi hani. Ben de şöyle demiştim: “Tarih, edebiyat, psikoloji, çocuk eğitimi ve kişisel gelişim alanlarında çok sayıda kitap okudum ve bir kitap çalışmam da bulunuyor” Bu sözüm üzerine komutanlar, tebessüm ederek diğer kişilere yöneldiler.

                      Albayın en çok ilgisini çeken kişi ise, İstanbul’da Osmanlı Arşivi Dairesi’nde çalışan askerdi. Onunla Osmanlı arşivi ve tarihi mevzusunda 20-25 dakika civarında karşılıklı olarak konuştu ve yanındaki komutanlara, arada sırada sohbet etmek maksadıyla onu, kendi odasına göndermelerini emretti.

11 Haziran 2014 Çarşamba

Civcivlerle Alâkalı Bir Çocukluk Hâtırası



                  
                     
                 Bu yazıda, çocukluk yıllarımda geçen hayvanlarla ilgili bir hatıramı anlatmaya çalışacağım. Çocukken evcil hayvanları çok severdim. Çocukluğum zamanında (80’li yıllar) evlerin çoğu bir veya iki katlı olduğu için evcil hayvanları beslemek ve büyütmek o kadar zor olmuyordu. Bilhassa kedi, köpek, tavuk, horoz gibi hayvanları besleyen komşularımız bulunuyordu o zamanlarda.
                 Bizim de tavuk ve civcivlerimiz vardı. Civcivler, en çok sevdiğim hayvanlar arasında yer alıyordu. Çünkü civcivler, o tatlı "cik cik" sesleriyle kendilerini sevdirmişlerdi bana. 8-9 yaşlarındayken bir ara civciv satın alıp kendim bizzat besleyip büyütmeye karar vermiştim. Fırsat bulduğum bir vakitte harçlıklarımdan kalan para ile pazara gidip 2 adet civciv satın aldım.
                 Sonrasında civcivleri, evimizin ve mahallemizin yakınlarında yemlerle, farklı yiyeceklerle beslemeye başladım. Akşamları onları büyük bir kutuya koyup eve götürüyordum. Onlar benim dostlarım hâline gelmiştiler âdeta. Bu derece ilgileniyordum onlarla.
                 Bizim uzaktan bir akrabamızın bahçeli evleri bulunuyordu. Bir defasında annem, civcivleri onlara vermemizi bana şöyle tavsiye etti: “Onların evleri bahçeli olduğu için daha iyi beslenir ve kaybolmazlar.” Bunun üzerine biraz büyümüş olan civcivleri onlara teslim ettik. İlerleyen haftalarda bir gün onlara misafirliğe gitmiştik. Civcivlerin durumunu onlara sorduk. Bir de ne cevap alalım: “Civcivler, bir köpek tarafından yenildi!”
                Bunu öğrenince, hâliyle büyük bir üzüntü içerisine girmiştim. O küçücük dünyamda büyük fırtınalar kopmuştu. Hem civcivlerin ölümüne hem de onları büyütmek için katlandığım zahmetlere yanıyordum. Bahçeli evi olan tanıdıklarımız, emanete sahip çıkmayarak bir çocuğun üzülmesine sebep olmuşlardı. Biraz empati yapabilen, benim bu üzüntülü ruh hâlimi az da olsa anlayabilirdi.
               Civcivlerle ilgili yaşadığım bu olay vesilesiyle tavuk ve horozlara dâir öğrendiğim enteresan bir bilgiyi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu bilgiyi Risale-i Nur Külliyatı’ndan "Lem’âlar" isimli eserden okuyarak öğrenmiştim. Eserin ilgili kısmını, kısmen sadeleştirerek buraya kaydedelim:

               “Ey çalışma ve işteki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde yerleştirmiştir. Amelin ücretini amelin kendi içine koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudât (.....) hususî vazifelerinde, tam bir şevkle ve bir çeşit lezzetle yaradılışa âit emirlere uyarlar. Arıdan, sinekten, tavuktan tut; tâ şems ve kamere (güneş ve aya) kadar herşey tam bir lezzetle vazifelerine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.
               Hem en açık bir delil dahi, horoz ve yavrulu tavuk gibi hayvânâtın vazifelerinde gösterdikleri fedakâr ve mert bir şekildeki vaziyetleridir ki, horoz, aç olduğu hâlde tavukları nefsine tercih eder. Bulduğu rızka onları çağırır. Yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihâr ve lezzet almakla o vazifeyi gördüğü görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır. Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hâtırı için ruhunu feda eder, ite atılır. Kendini aç kalır, yavrularını doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alır ki, açlık acısına ve ölümün elemine o lezzeti tercih eder, ziyade gelir.
               Hayvânî valideler, yavruları küçük iken vazifeleri bulunduğundan, lezzetle himayeye çalışırlar. Yavrular büyüdükten sonra o vazife kalkar. Lezzet de gider. Hatta validesi yavrusunu döver, elindeki dâneyi alır, yer. Yalnız, insan nev’indeki vâlidelerin vazifeleri, bir derece devam eder. Çünkü insanlarda, zaaf ve acz itibariyle, daima bir nevi çocukluk hâli var; her vakitte şefkate muhtaçtırlar. İşte hayvânâtın, horoz gibi çobanlık eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki:
               Bunlar, kendi hesaplarına ve kendi namlarına, kendi kemâlleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünkü hayatını, vazifede lâzım gelse, feda ediyorlar. Belki o vazifeleri, onları o vazifeyle vazifelendiren ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet yerleştiren Mün’im-i Kerîm’in hesabına ve Fâtır-ı Zülcelâlin nâmına görüyorlar.” (Osmanlıca Orijinal Nüsha Lem’âlar, 17. Lem’â’nın 8. Notası, S. 128-129)

               Burada tavuklarla ilgili anlatılan durumu çoğu insan biliyordur; ama horozla ilgili durumu dikkatli bir gözlem yapmayan bilemez ve anlayamaz. Ben de bu durumu fark etmeyen ve bilmeyen insanlar içerisindeydim. Eserin ilgili kısmını okuduktan sonra 2013 yazında, Bursa’da ikamet eden ablama misafirliğe gitmiştim. Onların bahçeli evlerinde besledikleri horoz, tavuk ve civcivleri vardı. Bunu bizzat tecrübe etmek ve gözlemlemek için yemeklerden arta kalanları tavuklara ve bir horoza atıyordum. Hakikaten de horoz, önüne atılan yiyeceği çoğunlukla yemiyor, diğer tavukları çağırıp onların yemesini sağlıyordu. İlerleyen günlerde de yiyecek verme davranışını defalarca tekrarladım ve aynı durumla karşılaştım. Bu durum, aynı zamanda benim tefekkür etmeme de vesile oldu ve her şeyi en güzel şekilde yaratan, yaptıkları işlere lezzet yerleştiren Rabb-i Rahîm'in azametini ve büyüklüğünü daha iyi kavradım.

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Kitaplar İçin Gurbette Çalışılır mı?




               Bu suâlin cevabını ben, “evet, çalışılır” diye cevaplarım. Çünkü kitaplara karşı ilgi duymaya başladığım yıllarda bunu kendim gerçekleştirmiştim. 1996 senesinde dine karşı ilgi ve merak hissetmeye başladım. Dinî kitapları heyecan ve şevkle okuyor, fotoğrafçıda kazandığım paranın yarısını kitaplara veriyordum. 1997’de liseden mezun olduğum zaman fotoğrafçı dükkânından ayrılalı bir yıl olmuştu. O yılın üniversite hazırlık sınavına girdikten sonra haziran ayında Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesine gidip orada çalışmaya karar verdim. Bunun sebebi de bazı temel dinî kaynakları satın alma gücüne sahip olmaktı.
              Bu düşünceyle çıktım gurbet yoluna. Otobüsle Diyarbakır-Bursa arası 20 saat sürmüştü. Bir buçuk saatlik yolculuktan sonra da ilçeye varmıştım. Orada teyzemin evinde kalacaktım. Onun evi 2 odalı çok küçük ve konforsuz bir evdi. Oradayken hemen iş aramak için kolları sıvadım. Bazı fabrikalara gidip iş başvurusunda bulundum. Böyle böyle 20-22 gün geçmişti. Bir ara camide ikindi namazını kılarken bir genç de orada bulunuyordu. Onunla kısa bir selamlaşmadan sonra iş aradığımı kendisine söyledim. O da, “babasının lokantasının bulunduğunu, kendisinin de babasına yardım ettiğini ve bir elemana ihtiyaçlarının olduğunu” söyledi. Sonra beraber lokantaya gittik ve lokanta sahibiyle konuştuktan sonra işe başladım.
              Lokantada hem gündüz hem de gece saatlerinde çalışıyordum. 8-18 arası gündüz, 24-4 arası gece çalışma saatleriydi. Lokantada bir meyve suyu fabrikasına yemek servisi yapılıyordu. Fabrikaya yemek götürüldüğü zaman ben, bulaşıkları yıkamakla sorumluydum. Lokantada bulunduğum zamanlarda da yemek işlerine yardımcı oluyordum (patates ve soğan soymak, patlıcan ve domates doğramak gibi).
              14-15 saat çalışmam, çok ama çok yorucu oluyordu ve uykumu da alamıyordum. Bilhassa geceleri bu durum bariz bir şekilde ortaya çıkıyordu. O kadar ki, bazen sabah namazını kılmakta çok sıkıntı çekiyordum. Hatta bir gün iş dönüşünde seccadenin üzerinde uyuyakalmış, yatağa geçememiştim. Ayrıca tıraş olmak, banyo yapmak gibi kişisel temizlik ve bakım işlerime de vakit ayırmakta zorlanıyordum. Kimi zaman iki haftada bir ancak banyo yapabiliyordum. Bu durumu, lokanta sahibine anlattım ve çalışma saatlerimin biraz azaltılmasını talep ettim. O da -sağolsun- anlayış göstererek kabul etti. (Bir de şunu eklemem lâzım ki, geceleyin iş dönüşünde bazen köpeklerle karşılaşıyor, bana zarar vermeden onlardan kurtulmanın mücadelesini veriyordum. bu mücadelede kimi zaman elimde getirdiğim kuru yiyecekleri (balık gibi) onların önüne atıyor, kimi zaman da yerden aldığım taşları onlara savuruyordum.) 
              Bu arada kazandığım paralarla zaman geçtikçe kitaplar alımıştım. Bir gazete, “Tıbbu’n-Nebevî” isimli tek ciltten oluşan bir kitabı kuponla veriyordu. Kupon toplayarak bu kitabı aldım. Bir yayınevinden 4 ciltlik “Hayatü’s-Sahabe”yi posta çekiyle satın aldım. Bir kitabevinden 2 ciltlik “Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi”ni ve Risale-i Nur Külliyat’ından “Mektubat” isimli eseri aldım.
              Ankara’da Bediüzzaman mevlidi düzenlenecekti o sene. Yeni Asya Yayınları bunu organize ediyordu. Babamın emekli öğretmen arkadaşı, beni de davet etti o mevlide. Ankara’ya kafile otobüsü ile gittiğimizde Kocatepe Camii’nin avlusunda Yeni Asya Yayınları’nın standı açılmıştı. O standda Şaban Döğen isimli yazarın şu kitaplarını satın alarak kendisine imzalattım: “Kur’ân’dan Tekniğe”, “Kur’ân’dan İcatlara” ve “Kur’ân’dan Kâinata”.
              Mustafakemalpaşa'ya geri döndükten sonra bir gün farklı bir kitabevinde sonradan Müslüman olan İngiliz eski şarkıcı Yusuf İslâm’ın “Konuşmalar” isimli kitabı ile beraber bir ilahiyatçının tek ciltlik “Uzay Ayetleri Tefsiri”ni satın aldım.
              İşte daha önce bahsettiğim zor ve sıkıntılı çalışma şartlarına bu kitaplar için sabredip katlanmıştım. İlk defa gurbette âilemden bu kadar uzun süre ayrılmanın verdiği sıkıntıyı da eklersek, kitap aşkının bende hangi seviyelere ulaştığı tahmin edilir herhalde. Orada 4 ay çalıştıktan sonra devamlı yaşadığım yer olan Diyarbakır’a geri dönmüş ve gurbette çalışmanın nasıl bir şey olduğunu bizzat yaşayarak tecrübe etmiştim. (1998’de de yine aynı yerde bir buçuk ay çalışarak bazı kitaplar alacaktım.)

              Not: Sonraki yıllarda dinî kitaplarla birlikte; tarih, felsefe, edebiyat, kişisel gelişim, eğitim gibi alanlarda yayımlanan kitapları da satın alıp okumaya başladım. Hâlen de bendeki bu kitap sevgisi ve aşkı devam ediyor. Bu sebeple 2012 yılında 32 yaşına geldiğim zaman bir kitap da yazmış ve yayımlamıştım. 2. kitabım da 2014'ün eylülünde yayımlanacak inşaallah. (Birinci kitabın ismi, "İslâm Tarihinin Merhamet Bahçesi", ikincisinin ismi, "İslâm Tarihinin Hukuk ve Adâlet Kahramanları", yazar: Veysel Karaaslan)

18 Mayıs 2014 Pazar

Hababam Sınıfı'nda Osmanlı Düşmanlığı



             


             Türkiye Cumhuriyeti Devleti ilk kurulduğu yıllarda, bu devleti kuran yönetici kesim ve onların destekçileri, kendilerini ön plana çıkarmak ve yaptıkları yeniliklerin hepsinin doğru olduğunu insanların beyinlerinde yerleştirmek maksadıyla “Osmanlı’yı her yönüyle kötüleme kampanyası” başlatmışlardır. O dönemin rejim yanlısı dergi ve gazeteleri ile hazırlanan ders kitaplarına bakıldığı zaman bu, bariz olarak görülür.
             Daha sonraki yıllarda bu “karalama kampanyası” dizi ve sinema filmlerinde de kendini gösterdi. Bu sinema filmlerinden biri, “Hababam Sınıfı Uyanıyor” ismini taşıyor. “Hababam Sınıfı” herkesin beğenerek, ilgi göstererek ve keyif alarak izlediği bir film serisi oldu geçmişten günümüze. Çoğu zaman güldürdü, bazı zamanlarda da hüzünlendirdi Hababam Sınıfı. Çoğu insan, okul sıralarından geçtiği için devamlı ilgi odağı hâline geldi. Hababam Sınıfı, Türkiye’de ve dünyada en komik filmler arasında ilk sıralarda yerini aldı. Hep övgülerle, tebriklerle alkışlanan Yeşilçam klasikleri arasına girmeyi başardı. Geçtiğimiz yıllarda yeni versiyonları da çekildi; ama aslı kadar ilgi görmedi bu yeni versiyonlar.
            Bütün bunlara rağmen yukarıda da belirttiğim gibi Osmanlı’yı yerden yere vurmak için ne yazık ki, Hababam Sınıfı da kullanıldı. Bilhassa Osmanlı’nın kültürel bir değeri olan kendine has diline –tabiri yerindeyse- dil uzatıldı. O zengin içeriğe ve mânâ derinliğine sahip dil ve edebiyatla alay edildi.
            Şimdi bu filmdeki bazı sahneleri teker teker ele alıp değerlendirelim:

            SAHNE 1
            Edebiyat hocası Zühtü Bey, öğretmenler odasında kimya hocasıyla konuşuyor. Kimya hocası “deney” kelimesini kullanınca, Zühtü Hoca, “Deney, değil evladım! Tecrübe, tecrübe!” diyor.
            Kimya hocası: “Anlamadım”
            Zühtü Hoca: “Nasıl anlamazsın? İlm-i Kimya, tecrübelerle müsbet bir satha nüfuz eder”
            Sonra Mahmut Hoca’ya dönerek: “Mahmut Bey, ben bu yeni neslin söylediklerini bir türlü anlayamıyorum” diyor.
            Mahmut Hoca: “Valla Zühtü Bey, bazen ben de sizin söylediklerinizden bir şey anlamıyorum”
           (Burada Osmanlıca’nın anlaşılmaz-muğlak bir dil olduğu beyinlere zerk edilmek isteniyor. Ayrıca Mahmut Hoca’nın ilk olumsuz tepkisi de bu sahnede başlıyor.)

            SAHNE 2
            Zühtü Hoca, sınıfta ilk dersinde konuşuyor:
            “Ben, yeni lafını kat’iyyen sevmem. Hele hele edebiyatta zinhar, hiç sevmem. Edebiyat demek, divan edebiyatı demektir. Edebiyat demek, divan şiiri demektir. Divan şiiri ise, nazım ve kafiye demektir. Kafiyesiz şiir olmaz. Bir takım eşhas, “serbest nazım” diye saçmalıklar yapmışlar. Ama biz onları kıraat etmeyeceğiz”
           (Bu cümlelerle hocanın, eski kafalı bir olduğu îma ediliyor. Eskiye takılıp kalan mürteci bir hoca imajı oluşturulmaya çalışılıyor bu sahnede.)
           Zühtü Hoca, konuşmasına devam edip Osmanlıca kelimelerin ağırlıkta olduğu cümleler kuruyor. Onu dinleyen öğrenciler de şu cümleleri birbirlerine söylüyorlar:
          “Ne diyor bu Zühtü Hoca?
          “Valla biz bu hocadan hiçbir şey anlamdık”
          “Çince gibi bir şey!”
          (Aman Allahım! Bu nasıl bir anlayıştır böyle? Geçmişte 600 küsur sene boyunca dünyada hüküm sürmüş bir Türk devletinin dilini “Çince”ye benzetmek, ne akılla ne de iz’anla açıklanabilecek bir durum değildir.)
          Zühtü Hoca, daha sonra öğrencilerin yanına gelerek şiirler okumaya başlıyor.
          Zühtü Hoca: Şiir okuyor. Bir öğrenciye tekrarlamasını söylüyor.
          Öğrenci: “Teyzesi Defterdar olan, faytonla damda dolaşır.” Hoca, ona kızıyor.
          Zühtü Hoca: farklı bir şiir okuyor. Başka öğrenciye tekrarlamasını söylüyor.
          Öğrenci: “Kış geliyor, ört hocam! Yorgan yorgan üstüne!”
          Hoca, ona şöyle kızıyor: “Otur, haddini bilmez münafık! Rezil!”
         (Edebiyat hocasına böyle ağır hakaretler ettirilerek izleyicilerde din karşıtlığının da oluşturulmasına çalışılıyor sinsi bir şekilde.)
          Zühtü Hoca: farklı bir şiir okuyor. Başka bir öğrenciye tekrarlamasını söylüyor. (İnek Şaban’a)
          İnek Şaban: “Bekçi Hurşid’in eline lüverver vermişler. Yakalarsa, sizi de vurur, bizi de.”
         (Buraya kadar öğrencilerin divan edebiyatı şiirleri ile alay ettiklerini, dalga geçtiklerini açıkça görüyoruz. Alaya alma işini de büyük bir ustalıkla (!) tasarlamışlar filmin yönetmeni ve senaristi. Ayrıca inek Şabanca kullanılan “lüverver” kelimesi, aslında “revolver” denilen küçük tabancadır. Bunu bilmeyenlere, bu yazı vesilesi ile öğretmiş olalım.)

          SAHNE 3
          Hababam Sınıfı öğrencileri, öğretmen masasının önüne büyük bir kâğıt yapıştırıyorlar. Sonra da: “Zühtü Hoca, Hababam Sınıfı sana iyi bir ders versin de ömrün boyunca unutma!” diyorlar.
          Zühtü Hoca sınıfa giriyor ve “geçen ders verdiğim vazifeyi ezberlediniz mi?” diye soruyor. Öğrenciler de, “Sular seller gibi” cevabını veriyorlar. Bir öğrenci, hocanın karşısına geçip “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”ni okumaya başlıyor. Zühtü Hoca, bunu değil, “Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend”ini verdiğini söylüyor. Öğrenciler, “Hayır, gençliğe hitabeyi verdiniz” diyorlar. Hoca, ister istemez kabul etmek zorunda kalıyor ve şöyle diyor:
         “Eminim sizin gibi taş kafalılar, o dediğinizi bile ezberleyemez”                                                              
         Bir öğrenci daha hocanın karşısına geçip ezberi okumaya çalışıyor. Okurken de başını ikide bir eğerek masanın ön tarafına bakmış gibi yapıyor. Bunun üzerine Zühtü Hoca kızarak:
        “Yeter, yeter artık, kes! Sizi gidi sahtekârlar sizi! Fark edemeyeceğimi mi sandınız? Sen, koş Mahmut Hoca’yı çağır buraya!” “Rezil herifler sizi! Çok sevdiğinizi, saydığınızı söylediğiniz Atatürk’ün hitabesini bile kopya çekmeden okuyamıyorsunuz. Atatürk’ün memleketi emanet ettiği şu gençliğe bakın! Gençlik değil, âdeta it sürüsü! İt sürüsü!
         (Burada yine hocaya ağır hakaretler ettirilmiş filmi tasarlayanlar tarafından. Tam bir soğutma ve karalama taktiği uygulandığını, dikkatli olan izleyicilerin anlaması lâzım.)
         Mahmut hoca geliyor ve, “Hayrola Zühtü bey!”
         Zühtü Hoca: “Mahmut Hoca, görün bakın Atatürk bu vatanı kimlere emanet etmiş.”
         Mahmut Hoca: “Ne oldu efendim?”
         Zühtü Hoca: “Daha ne olsun? Atatürk’ün gençliğe hitabesini kürsüme çakmışlar, bakıp bakıp okuyorlar. Şimdi sizin yanınızda ezbere okusunlar da görelim bakalım”
         Mahmut Hoca: “Evet, okuyun.”
         Öğrencilerin hepsi ayağa kalkarak okumaya başlıyorlar.
         Zühtü Hoca, şaşırarak: “Nasıl olur? Biraz evvel buna bakıp okuyorlardı.”
         Mahmut Hoca: “Bakın, kartonda ne yazıyor Zühtü Bey! ‘Hocam, Hababam Sınıfı da olsak, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni ezbere biliriz’ ”
        (Bu filmdeki tezat, dikkatinizi çekmiş midir acaba? Zühtü Hoca’nın kullandığı kelimeleri anlamadığını söyleyen Hababam Sınıfı öğrencileri, Gençliğe Hitabe’de kullanılan bir sürü Osmanlıca kelimeyi nasıl ezberleyebiliyor. Ezberledikleri metnin içerisinde de bir sürü Arapça-Farsça kelime bulunmasına rağmen, o metne karşı “anlaşılamıyor” sözünü neden kullanmıyorlar?)
         (Dikkat çeken bir diğer husus: Mahmut Hoca’nın, filmin her serisinde bütün hocaları Hababam Sınıfı’na karşı desteklemesi ve savunması; ama Zühtü Hoca’ya ise, tam tersini uygulaması, her defasında Zühtü Hoca’ya ters cevaplar vermesi.)

          Bu filmin 3 sahnesinde verilmek istenen mesaj açık aslında: Yıkılmış bir devletin eskimiş, köhnemiş dil ve kültürü, bizim için bir kıymet ifade etmiyor. Ey izleyiciler! Sizin de böyle bir anlayış içinde olmanız gerekiyor. Osmanlı’yı silin defterinizden! Türkiye Cumhuriyeti size yeter. Onda bütün meziyetleri(!) bulabilirsiniz.

NOT: Serinin "Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı" filminde neden Tevfik Fikret ön plâna çıkarılmış ve onun ölüm yıldönümünden bahsedilmiştir?
Çünkü; *Tevfik Fikret, ateist bir insandı. *Tevfik Fikret, II. Abdulhamid'e suiskast düzenleyen teröriste yazdığı şiirde, "Ey Şanlı Avcı" diye hitap etmiş ve padişahın suikastten kurtulmasına üzülmüştü.
Yâni Tevfik Fikret; dine, mukaddesâta, Osmanlı'ya düşman biri olduğu için...

9 Mayıs 2014 Cuma

Bir Kız ile Nasıl Kavga Ettim

           



            İlkokulda okurken pek yaramazlık yapmaz ve herkesle iyi geçinmeye çalışırdım. Ders sırasında da uslu uslu oturur, geveze davranışlar sergilemezdim (Anlayacağınız, çenesi düşük öğrencilerden biri değildim yani). Ancak evdeyken bunun tam tersi davranışlar sergiler, haylaz ve yumurcak bir çocuğa dönüşürdüm. Bilhassa kız kardeşimle beraber evde yaramazlıklar yapar ve ortalığı birbirine katardık. Öyle ki, bazen annem; beni ve kız kardeşimi terlikle döver, kızgınlığını dindirmeye çalışırdı. Bir ara annem, sınıf öğretmenimizle benim hakkımda görüşüp konuşmuşlardı. Öğretmenimiz; evdeyken çok yaramaz bir çocuk olduğumu öğrenince, hâliyle bu duruma çok şaşırmış ve hayretler içerisinde kalmış.
          Okulda genellikle diğer öğrencilerle iyi geçindiğimi söylemiştim. Ama tam tersi durumlar da yok değildi. Kimi zaman bazı arkadaşlarımla sürtüşme yaşadığım ve kavga ettiğim de vakiydi.
          4. Sınıftayken bir gün tam olarak hatırlayamadığım bir sebeple sınıfımızdaki bir kızla anlaşmazlık yaşadım. Sonra da o kız öğrenci, beni dövmeye ve hırpalamaya başladı. Kendisi, biraz şişman ve iri yapılıydı. Ayrıca benim boyum da ondan daha kısaydı. Beni dövdükten sonra ona karşı ne yapmam gerektiğini düşündüm. İri cüsseli birine nasıl bir hamle yapılabilirdi? Düşündükten sonra ona nasıl saldırmam gerektiğini bulmuştum: ‘Karnına tekme atarak!’ Ve bunu uyguladım. O kızın karnına 2 tekme sallayarak onu etkisiz(!) hâle getirdim. Bunun üzerine o kız öğrenci, ağlayarak gözü yaşlı bir şekilde sınıfa girdi. Daha sonra ders esnasında öğretmenimize beni şikâyet etti. Öğretmen de onu ve beni sınıf dışına çıkardı. Sonra da bana şunu söyledi:

         “Hemen arkadaşından özür dile!”

         Ama ben, uzun süre susarak özür dilemedim. Bunun üzerine öğretmenimiz, daha fazla ısrar etmeden ikimizi de sınıfa aldı.
         Teneffüste o kız öğrenci, benim yanıma gelerek bana şu sözleriyle tehditte bulundu:

        “Ben ağabeyime, senin beni dövdüğünü söyleyeceğim. Ağabeyim de okul çıkışında seni gebertecek! Anladın mı?”

         Onun bu dehşetli sözlerinden sonra her okul çıkışında korku içerisinde kalıyor, ürperiyordum. Devamlı olarak okul çıkış kapısında bekleyen ve beni dövmek için fırsat kollayan birinin olacağını düşünüyordum. Belli bir süre böyle tedirginlik yaşadıktan sonra haftalarca kimsenin gelmediğini fark edince, rahatlamaya başladım. Gönlüme su serpilmişti adeta. Bir kuş tüyü kadar hafiflemiştim. Şu söz, benim hâlimi özetliyordu sanki:

         “Lezzetin son bulması, elem verdiği gibi; elemin son bulması da insana lezzet verir.”

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Lisedeki Aşure Günü Olayı

       



        Lise 2. sınıfta okuyordum. O sıralarda dinî konulara merak sarıyor ve dindâr bir hayat yaşamaya çalışıyordum. Nerde nasıl hareket edileceğini bilemiyordum bu ergenlik döneminde. Düşüncelerim ve davranışlarım ham hâldeydi, pişmemiştim anlayacağınız. Dolayısıyla dini anlatma ve yaşatma hususlarında da bu durum geçerliydi.
       Bir gün sınıftaki yazı tahtasına –ertesi gün Aşure Günü olduğu için- teneffüste şöyle yazmıştım:

       “Yarın Aşure Günüdür. Herkes Oruç tutsun.”


       Teneffüs bittikten sonraki ders, dilbilgisi dersiydi. Dilbilgisi hocamız, İslâm diniyle pek barışık biri değildi. Sınıfa girdikten sonra benim yazım gözüne ilişti. Daha sonra da kızgınlıkla şu sözleri kullandı:


       “Bu yazıyı tahtaya kim yazdı? Bu, siyasî içerikli bir yazıdır. Kim yazdıysa çıksın ortaya!”


       Ben, ilk başlarda çekindiğim için hemen söylemedim benim yazdığımı. Ancak hocanın şöyle demesiyle birlikte ortaya çıkmaya karar verdim:


      “Bu yazıyı kim yazdıysa, söylesin. Yoksa onu ne yapar eder bulur, disiplin kuruluna gönderirim.!”


      Ve ortaya çıkmak zorunda kaldım. Sonra da beni itham eder tarzda konuşarak konuyu farklı yerlere çekmeye başladı. “Neden böyle yapıyorsun? Kim oruç tutuyorsa tutsun. Sen ne karışıyorsun! Sana mı kaldı başkalarının ibadet etmesi!” gibi kırıcı ve incitici laflar ederek psikolojik olarak beni olumsuz etkilemeye çalıştı. Devam eden sözlerinde ise, konuyu tamamen mecrasından saptırıp İran devletiyle bağdaştırma gafleti içerisine girdi. Yok, İran’dan Türkiye’ye gelen kadınlar; İstanbul’a gelene kadar çarşaflarını bırakıp yavaş yavaş açılıyorlarmış da, İstanbul’a geldikten sonra mini etekle dolaşmaya başlıyorlarmış!!!”


      Öyle akla zarar sözler söyledi ki, duyanlar beni din istismarcısı bir insan zannedeceklerdi neredeyse. Daha sonra derse başlandı ve ödevler kontrol edildi. Ödevler kontrol edilirken bir ara –kafasına dank mı etti, artık ne olduysa- işi tatlıya bağlamaya çalışıp: “Ulan bize eski günleri hatırlattın Veysel! Eskiden ninem de Aşure Gününde aşure yapardı. Ağzımızı sulandırdın.” şeklindeki sözleri sarf etti.

     Tabiî bu, beni az da olsa yatıştırmıştı; ama başta söylediği sözlerin toy bir delikanlıda açtığı yaraya merhem olamamıştı.

4 Mayıs 2014 Pazar

Komik Askerlik Hatıralarım (1): "Kırılan El Feneri"

         




        EL FENERİ
        Ben, askerliğimi İzmir'in Gaziemir ilçesindeki Ulaştırma Okulu ve Eğitim Merkezi Komutanlığı'nda ifa ettim. 
        Askerlik arkadaşlarımdan birinin isim ve soyismi Osman Kırık idi. Bu dostumuz Afyonluydu. Gece nöbetinde o ve başka bir arkadaşımız olan Orhan, beraber nöbet tutacaklardı. Nöbetteki teçhizatlardan biri de el feneriydi. Nöbet esnasında –artık ne olduysa- el feneri kırılmıştı.
        Ertesi gün içtima sırasında bizim uzman çavuşlardan biri (“azman çavuş” mu desem acaba?!), el fenerinin kırıldığını öğrenince, küplere bindi ve hemen gece nöbetçilerinin kimler olduğunu sordu (çünkü daha önce de 2 defa el feneri kırılmıştı).
        Orhan’a şunu söyledi:

        “Orhan! Kaç defadır el feneri kırılıyor. Ne yapıyorsunuz bu el fenerlerini, bir türlü anlamıyorum!”


         Orhan:


        “Osman Kırık’a sorun komutanım, el feneri ondaydı.”


        Uzman Çavuş:


        “Osman Kırık! El fenerini sen mi kırdın?”


        Böyle denilince, bölük içerisinde gülüşmeler başladı. Gerçekten de insanı gülmeye sevk eden iki kelime birbirine denk gelmişti: “Kırık” ve “kırdın”

Komik Askerlik Hatıralarım (2): "Tuncay'a Verilen Lakap"

                                                                       


                                 
  
                   
                                                                                                         
       TUNCAY’A LAKAP
      Ben, askerliğimi kısa dönem olarak İzmir’de yaptım. Askerlik arkadaşlarımdan birinin ismi de Tuncay idi. Bu tertip, Malatyalıydı. Tuncay, çayı çok seviyordu. Tam bir çay hastasıydı. Çay içmediği zamanlarda sinir küpüne dönüşüyor, âdeta asabileşiyordu.
       Askerlik eğitimi sırasında 50 dakikalık eğitim yapılır, 10 dakika da ara verilirdi. Kendisi, mola düdüğü çalar çalmaz, hiç vakit kaybetmeden kantine doğru koşardı. Kantinde sallama-poşet çaylardan alır, daha sonra afiyetle içerdi. İçtiği zaman “Ohh!” diye bir rahatlama sesi çıkarır, keyfine diyecek olmazdı.
       Bir gün öğlen yemeğini yemek için yemekhâneye doğru bölük hâlinde gidiyorduk. Bölükteki bazı arkadaşlar kendi aralarında konuşup muhabbet ediyorlardı. Maraşlı bir arkadaş, -Tuncay’ın durumunu o da bildiği için- şöyle konuştu:

      “Tuncay’a bir isim buldum: “Tunçay-poşet çay”

      (Not: Asker argosunda kısa dönem askerlere “poşet” denirdi.)

      Böyle deyince, bunu duyan herkes kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Diyebilirim ki, bu Maraşlı muzip arkadaşımız, tam da taşı gediğine koymuştu.

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Avatar, İlhamını Nerden Aldı?

             


             Meşhur “Avatar” filmini duymayan kalmış mıdır acaba? Dünyada gösterime girdiği ülkelerde gişe ve hasılat rekorları kıran, birçok ödüller kazanan, tebrik ve takdirlerle karşılanan bir film oldu Avatar. Bununla beraber akla şu sorular da gelmiyor değil:

             Bunca ilgi ve teveccühe rağmen Avatar’ın tamamiyle orijinal bir senaryosunun olduğu söylenebilir mi?
             Avatar’ın ilham aldığı bir kaynağın varlığı hiç düşünüldü mü?
             Kanatime göre bu sorular üzerinde pek durulmadı. Ben de bu filmi seyrettiğim ilk zamanlarda bu hususlar üzerinde düşünmemiştim. Ta ki, bir kitapla karşılaşana kadar… Bu kitap ise, “Yaşayan Dünya Dinleri” isimli bir ders kitabı. Bu kitapta Hinduizm ile ilgili bir bölümü okuduğum zaman Avatar’ın, ilhamını Hinduizm dininden aldığını öğrenmiş oldum. Evet, yanlış duymadınız! Avatar’ın senaryosunda Hinduizm’in etkisi bulunuyor.
             Bunu daha iyi anlayabilmeniz için isterseniz, Avatar’ın senaryosu ile Hinduizmle ilgili kısmı karşılaştıralım:

             Avatar Senaryosu:


             Filmin hikâyesi 22. yüzyılda, Pandora adlı bir gezegende geçer. Bir gaz devinin yörüngesinde dönen Pandora, 3-4 metre uzunluğunda, mavi insansı görünümlü, kabile kültürünü benimsemiş, saldırıya uğramadıkları sürece barışçıl olan Na'vi halkına ev sahipliği yapmaktadır.

             İnsanlar, Pandora'nın havasını soluyamadıkları için, sinirsel bağlantı aracılığıyla kontrol edilebilen insan ve Na'vi karışımı Avatarlar üretirler.
             Gök insanları (yani biz), Pandora’da çok kıymetli bir enerji kaynağı buluyorlar; fakat bu gezegende doğası ile uyum içinde ve barış içinde yaşayan Na’vilerin enerji kaynağı, onların doğasının en kutsal mekânları ruh ağacının dibinde. Vahşi, acımasız ve gelişmiş silahlara sahip gök insanları (yani biz), bu ağacı ve çevresini yerle bir edip bu enerji kaynağını çıkarmak istiyorlar. Felç olan Deniz Piyadeleri mensubu Jake Sully, bir Avatar olarak Pandora'da yaşamaya gönüllü olur.
             Bir Na'vi prensesine âşık olan Sully, kendisini Pandora'yı gün geçtikçe tüketen insan ordusu ile Na'vi halkının arasındaki çatışmanın ortasında bulur. Onu en çok etkileyen şey, en nihayetinde daha iyi bir beden içinde olup, felçli olan bacaklarını tekrar hissedip (Avatar bedeninde) eskisi gibi koşabilmesidir. Zamanla Prenses Neytiri ile bir ilişki içine girdiklerinde, Jake artık insanların amacını tamamen unutup (insanların Na’vileri tamamen yok etmeye çalışmalarını kabullenemediği için) Na'vi direnişine katılarak organize bir şekilde insanlara karşı koyar. Daha sonra Na'viler, Jake'in onlara ilk başlarda yalan söylediğini anlayınca onu öldürmeye kalkarlar; ama en sonunda bu karardan vazgeçerler. Hikâyenin sonu, Neytiri ve Jake'in tekrar buluşması ve Jake'in tamamen Avatar bedenin içine girmesiyle biter.
             (Not: Bu arada internet sitelerinde, kendimizi temsil eden fotoğraf ve benzeri diğer şekillere de “avatar” demekteyiz)
            
             Hinduizm Öğretisi:

             Hinduzim’in bir mezhebi olan Vişnuculuk’ta; Vişnu ve onun avatar’ları özellikle Krişna ve Rama üzerinde odaklanan, şahsiyeti olan tek bir Tanrıya (Vişnu, Rama, Krişna) ibadeti, özgeci bağlılığı (bhakti) ve Tanrı’nın inayeti vasıtasıyla kurtuluşu vurgulayan, Hinduizm’in önemli ikinci büyük dinî geleneğidir.

             İnsanlara karşı merhametli olan Vişnu, yeryüzünde zulüm, adâletsizlik arttığında ve tabiî ve sosyal düzende karışıklıklar ortaya çıktığında bunları düzeltmek maksadıyla, insan ve hayvan bedenlerinden oluşan farklı bedenlerde tecessüt ederek (avatar) yeryüzüne iner. Dolayısıyla zikredilen iniş için kullanılan kavram “avatar” olarak ifade ediliyor. (Prof. Dr. Ali Erbaş, Yaşayan Dünya Dinleri, sayfa 34-35)
             Not: “Avatar” Sanskrit dilinde insan veya başka bir şeyin şekil değiştirmesine deniyor.

             Görüldüğü gibi konusunun özü itibariyle Avatar filmi, Hinduizm’den esinlenmiştir. Avatar’ın anavatanının ABD değil de Hindistan olduğu, bariz bir şekilde anlaşılıyor. Kimin aklına gelirdi ki, Hollywood’da çekilen fantastik bir filmin ilhamını Hinduizm’den alacağı…
a

1 Mayıs 2014 Perşembe

Bir Ders Yüzünden Başıma Gelenler (Birinci Kısım)

         



         Ben, Elazığ Fırat Üniversitesi’nde 2001-2005 yılları arasında yükseköğrenim gördüm. Benim bir dersle ilgili yaşadığım şu olay, unutulmaz hâtıralarım arasında yerini almıştır:
         Üniversite 3. sınıftayken “siyasi coğrafya” dersini de görmemiz gerekiyordu. Bu derse, sınıftaki öğrenciler olarak 5-6 hafta boyunca devamlı girmeye çalıştık. Ancak bir ara –artık ne olduysa- sınıftaki bazı kızlar, bugün derse hiç kimse girmesin, dediler (Çünkü derse kimse girmezse, yoklama da alınamıyor ve hiç kimse “yok” yazılamıyordu.).
          Bir sonraki hafta derse girdiğimizde, siyasi coğrafya hocamız bize, derse girmediğimiz için ikazda bulundu ve bizi azarlamaktan da geri durmadı. Sonraki haftalardaki bir ders esnasında şu soruyu bize yöneltti:
        
         “Güney Amerika kıtasında bulunan ve % 25’i Müslüman olan ülke neresidir?”
         
          Tabiî biz bu suâle cevap veremedik ve hocamız da bu suâlin cevabını bize söylemedi. Sınıftaki çoğu öğrenci de merak edip sorunun cevabını araştırmadı.
           Derken final sınavı yaklaştı ve sınav günü geldi çattı. Sınav kâğıtları dağıtıldıktan sonra hepimizi şoka uğratan ve ters köşeye yatıran soru sorulmuştu:

          “Güney Amerika kıtasında bulunan ve % 25’i Müslüman olan ülke neresidir?”
         
          Şunu önce hatırlatayım: Sınav sistemine göre finalde bir öğrenci notunun en az 60 olması gerekir. Vize 100 dahi olsa, final 59 olursa, o dersten geçilmez. Pekiyi yukarıdaki sorunun puan değeri kaçtı? Evet, bildiniz: “40”
           Böyle garip bir durum ortaya çıkınca, hâliyle öğrencilerin % 95’i bütünlemeye kaldı. Bütünlemede de sorular zor sorulduğu için ben ve birkaç arkadaşım bu dersi bir sonraki seneye tekrar almaya başlayacaktık. Haa, unutmadan, bu sorunun cevabını da merak edenlere söyleyeyim: “Surinam”

                                   (Devamı, İkinci Kısım'daki yazıda yer alıyor.)

Bir Ders Yüzünden Başıma Gelenler (İkinci Kısım)


            



           4. sınıfa geçtikten sonra bu dersin yalnız finaline girmeye karar verdim. Çünkü vize sınavımın notu yeterliydi. Final sınavından birkaç gün önce çalışmaya başladım. Sınav günü gelmiş ve sınav zamanı yaklaşmıştı. Dışarıda bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağmaya başladı. Dışarı çıktığımda bir de ne göreyim! Yağmur, her tarafta su baskınlarına sebep olmuş ve yollarda yürümek imkânsız hâle gelmişti. Otobüs durağına gitmeye çalıştım; ama nafile! Ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette bir kaldırımda beklerken yoldan geçen bir arabayı fark ettim. Otomobilin içinde birkaç genç bulunuyordu. Hemen onları el işaretimle durdurmaya çalıştım ve durdular. Onlara, sınava yetişmem gerektiğini ifade ettim. İyi rastgelmişti. Çünkü onlar da üniversiteye gidiyorlardı. Beni arabalarına aldılar ve üniversiteye doğru yol almaya başladık. Oraya ulaştığımızda sınav saatine 15 dakika kalmıştı. Neyse ki yetişmiştim bu kritik sınava.
           Sınav başladıktan sonra bildiğim kadarıyla soruları cevaplamaya gayret ettim. Sınav kâğıdını bayan hocaya teslim ettiğimde (not: dersin hocası değişmişti), aramızda şu konuşmalar geçti:

            Hoca: “Sen vizeye girmemiştin, değil mi? Öyle hatırlıyorum.”
            Ben: “Evet hocam, girmedim. Gerek olmadığını düşündüm. Vize notum yeterliydi çünkü.”
            Hoca: “Ama sen, internetten kayıt yaparken vizeye de gireceğim, diye işaretlemişsin.”
           Ben: “Öyle mi hocam? Ben, bunun farkına varamamışım, hata ile vizeyi de işaretlemişim herhâlde.”               Hoca: “Bu duruma göre finalde yüksek bir not alman lâzım. Bunu öğrenmene rağmen senin üzüldüğünü de görmüyorum.”
           Ben: “Ne yapayım hocam, ağlayayım mı? Dünyanın sonu değil ya!”
           Hoca: “Bu sınavdan en az 80 almazsan, seni geçirmem!”

           Hocamız, benim bu hâlime çok kızmıştı anlaşılan. üzüntülü bir hâlde sınıftan ayrılırken düşüncelere dalmıştım. Nasıl oldu da bir ders sebebiyle böyle aksilikler art arda sıralanmıştı. Bir türlü çözememiştim bu yaşananları.
           Bütünleme sınavına bir hafta kala eksik ders notlarını da bir arkadaşımdan te’min ederek çalışmaya karar verdim. Bu arada başka bir dersin hocasını, o bayan hocayla görüştürmek istedim, bana kolaylık göstersin diye. Ne var ki, coğrafya hocasının yumuşamaya hiç mi hiç niyeti yoktu. Aracı olan hocaya da şöyle demişti:
         “Notu 80 olmazsa, kendisine geçer not vermem!”
         Hocanın bu öfkesine çok şaşırmıştım doğrusu. Benim farkında olmadan yaptığım bir hata sebebiyle bana bu kadar zorluk çıkarması gücüme gitmişti. Hâlbuki böyle bir durumda şöyle demesi gerekmez miydi?: "Mademki kasten bu hatayı yapmamışsın ve son yılını okuyorsun, sana elimden geldiği kadar yardım etmeye çalışacağım." 
         Bunun üzerine ben de kendi kendime şöyle bir karar verdim: “Ben, o hoca bozuntusunun geçer notuna muhtaç olmayacağım. Azim ve gayretle çalışıp kendi hakkımla bu dersten geçeceğim!”
         Görüldüğü gibi hocanın bu davranışı, beni motive etmiş; şevke ve heyecana getirmişti. Bu şevk ve heyecanla elimin altındaki ders notlarına çalışmaya başladım. Ders notlarına öyle çalışıyordum ki, her kelimeyi, her cümleyi su gibi ezberler hâle gelmiştim.
         Ve sonunda… Bütünleme sınavı günü gelmişti. Hocamız sınav kâğıtlarını dağıttıktan sonra soruları teker teker cevaplamaya başladım. Cevaplar, tam istenilen şekilde eksiksiz bir tarzda cevaplanmıştı. Cevap kâğıdını hocaya verdiğimde, hemen okumaya başladı. En sonunda yüzündeki hâli görmeliydiniz. Şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Benim bu azmim, onu hayretler içerisinde bırakmıştı.
          Benim bu azim ve gayretim, kendisine de bir ders olmuştur herhalde. Hayattan çıkaracağı bir dersi, kendi öğrencisinden alacağını yıllarca düşünse, tahmin bile edemezdi. Yaşadığım bu olay, şu sözün gerçekliğini de ortaya koymuş oldu:
         
          “Azmin elinden hiçbir şey kurtulamaz!”

28 Nisan 2014 Pazartesi

Çocukluğumdan Bir Başarı Hikâyesi

               



               İlkokuldayken, sınıf öğretmenimiz beni çok severdi. Bunun sebebi de ders sırasında uslu uslu dersi dinlemem ve dersi engelleyici hiçbir davranışta bulunmamamdı. Öğretmenimiz, bu meziyetimden dolayı devamlı beni örnek gösterir ve bana övücü sözler söylerdi(Ayrıca bunda kendi oğluna benzeyişimin de etkisi bulunmaktaydı).
               4. Sınıfta okurken bir derste öğretmenimiz şu soruyu sormuştu: "Dünyanın; ekvatordan şişkin, kutuplardan basık olan kendine has şekline ne denilir?
              Bu sırada sınıfta bulunan arkadaşlarım -belli bir süre geçmesine rağmen- soruyu cevaplandırmak için ellerini kaldırmamışlardı. Ben ise, bu sorunun cevabını biliyordum. Hiç vakit kaybetmeden parmağımı kaldırıp söz hakkı istedim ve soruyu cevapladım: "GEOİD"
              Bu sorunun cevabını sadece benim vermem sebebiyle öğretmenimiz, sınıf arkadaşlarımın beni alkışlamalarını istedi. Alkışlar benim için başlayınca o küçücük yüreğimde bir sevinç rüzgârı esmeye başladı. Bu sevinç rüzgârı, küçük de olsa başarmanın etkisiyle oluşmuş tatlı bir rüzgârdı.

27 Nisan 2014 Pazar

Televizyon İçin Ağlanır mı?


              


               
              Bu soruya şimdi olsa, çoğu kimse "evet" demezdi herhalde. Ama ben çocukluğumda "televizyon" için ağlamıştım. 9 yaşındaydım. O gün ailemle birlikte misafirliğe gitmiştik. Ben o zamanlarda "çizgi film" hastası olmuştum, diyebilirim. zaten sadece TRT'nin bir kaç kanalı yayın yapıyordu o yıllarda. O gün de birkaç çizgi film yayınlanacaktı. Ancak bir sorun vardı. Misafir olarak gittiğimiz evin televizyonu bozulmuştu.   
           Bu durumun farkına varan ben, buna çok üzülmüştüm. O kadar ki, ağlayıp sızlamaya başladım. He-Man ve Voltran gibi çizgi filmleri o gün izleyememenin üzüntüsüyle ağlamamı bir süre devam ettirdim. Bunu gören ev sahibi amcamız, bu duruma kayıtsız kalmamak ve bir çocuğun gönlünü hoş etmek için hemen bir televizyon tamircisi çağırdı. En sonunda televizyon tamir edilip izlenebilir hâle geldi. Ne var ki, benim izlemek istediğim çizgi filmler de sona ermişti. Buna rağmen evde bulunan bayanlar sevinmişlerdi bu duruma.
           Neden mi? Çünkü onlar da o gün yayınlanacak olan "Çiçek Abbas" isimli sinema filmini izleme imkânına kavuşmuşlardı. Benim sayemde böyle bir durum gerçekleştiği için bana şöyle dediler: "Babamız sırf senin ağlaman sebebiyle televizyonu tamir ettirdi. Yoksa çok uzun süre bu televizyon böyle bozuk bir hâlde kalacaktı."
          Bu sözleriyle aslında bana olan minnettarlıklarını dile getirmişlerdi. Sonraki yıllarda da bu hatıramı devamlı olarak yâd etmekten geri durmayacaklardı. Ben de bu olayı ne zaman hatırlasam, hep şu soru aklıma gelir: "Bir Çocuk televizyon için ağlar mı?" sağlıcakla kalın...